Larda Yüzen Al Sancak
Roni Margulies, keskin ve alaycı dili, şaşırtıcı gözlemleriyle bir ülkeyi tarif ediyor bizlere:
“Dünyanın zaten sokaklarda bayrağa en çok rastlanılan ülkelerinden biriyken, bir de en büyük şehrinin dört bir yanına şehrin her yerinden görülebilen, iyi dalgalanması için paraşüt kumaşından imal edilen dev bayraklar asan bir ülke düşünebiliyor musunuz? Sanki bu ülkenin halkı sık sık toplu bellek kaybı geçirip ‘Biz nereliydik yahu? Hangi ülkenin vatandaşlarıydık biz?’ diyerek paniğe kapılıyor veya ‘Bizim bayrak kırmızıydı galiba, ama üzerinde ne resmi vardı?’ diye meraka kapılıyormuş gibi.
Veya bir başka ülke düşünelim; bu ülkenin vatandaşları ayıların bile çıkmaya cesaret edemeyeceği yükseklikte dağlara çıkıp uzay gemilerinden bile görünecek boyutlarda harflerle ‘Ne mutlu buralıyım diyene’ yazıyor olsun. Sonra da harfler hava koşulları nedeniyle pislenip soluklaştıkça dağlara tekrar tekrar tırmanıp taşlara taze kireç sürüyor olsun.”
Galiba bu ülkeyi tanıyoruz. Hem de iyi tanıyoruz. Darbeleri, muhtıraları, yazboz tahtasına dönmüş seçim sistemleriyle, “bir Türk dünyaya bedeldir”leriyle, hoşgörüsüzlükleri ve olanca renkliliğiyle Türkiye… Margulies’in siyasi yazıları, her şeyden once solda duranları, sosyalist olduğunu söyleyenleri hedefliyor. Milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı barikat kurulması gerektiğini söylerken, solun içindeki milliyetçiliğe de dikkat çekiyor Margulies. Bu arada, üzerinde ısrarla durduğu noktalardan biri, “aslında milliyetçiliğin yükselmediği”:
“Ben Türkiye’de milliyetçiliğin yükseldiğine inanmıyorum; Cumhuriyet mitinglerinin çığırtkan ama kim olduğu belli ve dar bir kesimden oluştuğunu, halkın büyük çoğunluğunun ise ne Müslüman düşmanı, ne de Kürt düşmanı olduğuna inanıyorum. Öte yandan, her tarafı dev bayrakların kaplamış olduğunu görmek için özellikle gelişkin bir gözlem yeteneğine sahip olmak da gerekmiyor. Ama bu bayraklar halkın pencere ve balkonlarında değil, resmi kurumların direklerinin ucunda sallanıyor. Kadıköy, Şişli ve Nişantaşı’nda oturanlar tersini sanabilir; Fatih’te, varoşlarda ve taşra kasabalarında bir gezinti yapmalarını öneririm. Devletin bir kesimi ve onun sivil uzantıları, bayraklar ve Mustafa Kemal portrelerinin ardına sığınarak ‘Cumhuriyeti’ değil, mevcut devleti mevcut şekliyle korumaya çalışıyor, devlet mekanizmasının içinde kendi konumunu kaybetmemek için direniyor. Bu kesime çok zaman ‘derin devlet’ deniyor, ama ben yüzme havuzu gibi olduğunu düşünüyorum: Evet, bir ucu derin, ama öbür ucu iyice sığ, kolayca görünüyor.”
Milliyetçilikle ırkçılığı, demokrasinin askerileşmesini çok ciddi bir tehlike olarak görmekle birlikte, Margulies her türlü şahlanışına rağmen milliyetçiliğin yükselmediğini, toplumdan büyük bir rağbet görmediğini iddia ediyor. Hatta araç olarak kullanıldığını:
“Açık ki, egemen sınıfın bir kesimi direniyor. Kendilerini dışlayan küreselleşmeye, dışa açılmaya, demokratikleşmeye, barışçı çözümlere, değişime karşı direniyorlar. Direnişin al sancağı, toplumsal destek kazanmak için kullandığı savaş çığlığı Kemalizm, Lozan, şu çılgın Türklük, Onuncu Yıl Marşı, ‘Cumhuriyet’i korumak’, yani kısacası milliyetçilik. Tabandan yükselen bir milliyetçilik değil, egemen sınıfın en geri, durağan, çağdışı kesiminin dayatmaya, alevlendirmeye çalıştığı bir milliyetçilik.”
Kitabın sonsözünde, Orhan Koçak tarafından kaleme alınmış bir yazı var: “Milliyetçilik neden hep bir dış düşmana gerek duyar?”
Margulies’in yazıları, kolay okunan, somut, teorik belirsizlikten uzak, yer yer iğneli ve polemikçi… Çeşitli yayınlarda basılmış bu yazıları bir araya getirdikten sonra Roni Margulies her metnin altına bir kayıt düşmüş, hamiş eklemiş, bir süre önce yazdığı yazıya bir başka gözle bakıp eklemeler yapmış, hiçbir şey çıkarmadan…
2007 Türkiye’sinin net bir fotoğrafına bakmak için mutlaka okunmalı.