Çeviri: Muhittin Karkın
Ana, Rosa, Marisa ve Fran, büyük bir yayın grubu bünyesinde, fasiküller halinde yayımladıkları İnsan Coğrafyası Atlası üzerinde çalışmaktadırlar. Her biri farklı görevlere, kişiliklere, geçmişlere sahiptir. Ancak ortak bir noktaları vardır: Mesele ister çocuk yapmak, ister yürümeyen bir birlikteliğin geleceğini saptamak, isterse de yeni bir aşka yelken açma cesaretini göstermek olsun, dördü de hayatlarının kritik bir evresinde, kritik kararlar almanın, kuşkuları ve hayal kırıklıkları ile yüzleşmenin eşiğindedirler. Umutsuzlukla doludur bu süreç, “ama bazen işler değişir. İmkânsız, inanılmaz gibi geliyor, ama bazen olur.”
– Bak sana anlatayım... Sevişiyorduk, tamam mı, karanlıkta, beni sırtüstü yatırıp üzerime çıkmıştı, hep böyle başlıyoruz, anlıyor musun ve birden haber vermeden geri çıktı, beni yüzüstü çevirip arkadan girme konumuna getirdi, anlıyor musun..? Sonra sert bir biçimde bastırdı, ama birbirimize yapışık olduğumuzdan ve o benden çok iri olduğundan, tabii bir de heyecandan, birincisinde giremedi, ikincisinde de, o arada ben telaşa kapıldığını fark ettim, yatıştırmak için ve o kadar aceleye gerek olmadığından, acele etme dedim, işte tam o zaman dedi, acele etmiyorum sevgilim... Sevgilim dedi bana, anlıyor musun, o zaman farkına varmadım, salaklık işte, ama şimdi epeydir düşünüyorum, çünkü... Sence, gerçekten hissetmeksizin böyle bir şey söylenebilir mi?
Bence sen abayı yakmışın Rosa, dedim içimden, hem de fena halde, aslında bunu yüzüne söylemeliydim, sevgilim yerine aynı şekilde rahatlıkla yavrum, kuzum veya canım benim de demiş olabileceğini söylemeliydim; ama olmadı, yapamadım, elindeki yalancı oyuncağı alamadım...
***
Gözlerimi okumayı bilirdi, hep bilmiştir, ama uzattığı elini tuttuğumda niyetinin ne olduğunu kestirmeye çalışmaktan ürktüm. Bir an sonra, ayaklarımı altımda toplamış ve yüzüm yüzüne bir milimetre mesafede kucağında otururken, en son ne zaman bu biçimde kucak kucağa oturduğumuzu anımsamaya çalıştım, başlarda bunu çok sık yapardık, ama şimdi aklıma hiçbir tarih gelmiyordu. Ama o hâlâ benim gözlerimi okumaya devam ediyor, hâlâ soru sormaya bile gerek görmeden beni çözebiliyordu. Elleri bedenimin merkezinin yönetimini üstlenmiş durumdaydı, parmakları ise gizli bir klavyenin tuşlarına basarcasına hafifçe etime gömülmüştü, çok iyi bildiğim bir müziğin notalarını çalarcasına, zorlanmaksızın isteklerinin partisyonunu icra ettim, bir yandan da kocaman, derin dalgalar, iyi zamanların tatlı ve zalim hiçliğinden gelen dalgalar beni içine alıyor, yavaş yavaş dibe doğru çekip yutuyordu, benim ben olduğumdan emin olamadığım bir derinliğe değin, ama hâlâ kendimi salt duygu denizinde eritebilmeme rağmen, gözlerime yaş gelmiyor, sözcükler dudaklarımın ucunda takılıp kalıyordu, ben sensiz bir hiçim, beynimin içi sessizlikle gümbürdüyordu, ben sensiz bir hiçim ve sen olmazsan babam da yok, annem de yok, vatanım da yok, tanrım da yok...
Sonrasında bile onu sevdiğimi söylemeyi başaramadım. Yorgun ve karnı tok bir bebek gibi koynuna sokuldum, başını boynuma dayayıp saçlarını okşadım, o ise burnunu boynumdan omuzlarıma, oradan koltukaltıma kaydırdı. İçimi tuhaf bir sükûnet, sanki bir mutluluk semptomu kaplamıştı, zira gene eski ve yoğun bir ritüeli, buruk tatlı bir ayrıntıyı, utanç verici bir sırrı paylaşmıştık. Henüz aynı yatakta doğal bir biçimde birlikte yatmayı öğrenemediğimiz günlerde Martín benden parfüm kullanmamamı rica etmişti, bedenimin kokusunu tercih ediyordu, ben de isteğini yerine getirmiştim. O sabah saat yedide duş yaptığımı anımsadım ve güldüm. Tam bunu söyleyecekken lafı ağzımda bıraktı.
– Çok güzel kokuyorsun –dedi–, ama jimnastikten gelmiyorsun.
***
Madrid'e döndükten sonra birkaç yıl boyunca, dokunduğum her şeyi kırıp dökme yeteneğimi de beraberimde getirdiğim duygusuna kapıldım, zira gerçeklik durmadan hareket ediyor ve çevremdeki her şey müthiş bir hızla değişiyordu. Görünüşteki bu baş dönmesinin aslında kendi hareketsizliğimin yarattığı bir optik yanılsama olduğunu gösterme görevini ise akıp giden zaman üstlendi, çünkü her şey sadece kendisine kesin bir yer bulmak için değişiyor ve hareket ediyor ve er ya da geç kendi boyutlarına az çok uygun bir deliğe yerleşmeyi beceriyordu, her şey eninde sonunda yerini buluyordu, benim hayatım hariç.
Annemle sohbetlerimin favori konusu ve o anda yemek masamın üzerinde asılı duran tehdit buydu; masanın üzerinde, içinde beyin benzeri ve çok canlı renkli, mercan denen pürtüklü madde parçacıklarının yüzdüğü ve benim gözümde bu dünyadaki en lezzetli yiyecek olan, balçık benzeri tanımlanamaz maddeyle dolu dev kırmızı tencere duruyordu. Annem en ufak bir merhamet belirtisi göstermeyip bana her zamanki gibi yüklenmeye başladığında, tehlikeye giren işte bu akşam yemeğiydi.
– Kendi hatanız yavrum... –dedi birden, ıstakozun bacağını hayranlık uyandıracak bir beceriyle soyarken–. Sonunda kocalarınızı elinizden kaçırdığınızı bile anlayamıyorsanız, bu kadar akıllı olmak ne işinize yarıyor, anlamıyorum...